Çocuklar, AVM’de, lunaparkta değil ormanda çekim yapmak istedi
31.10.2025
Kişi Okumuş
0 Yorum
ALTIN PORTAKAL PANELLERİNDE USTA YÖNETMEN ŞERİF GÖREN ANILDI, ÇOCUKLARLA FİLM ÇEKMEK VE SİNEMA SEKTÖRÜNDE EMEK MÜCADELESİ MASAYA YATIRILDI
Film gösterimlerinin yanı sıra gerçekleştirdiği panellerle sinema sektörüne katkıda bulunan Altın Portakal; panelleriyle usta yönetmen Şerif Gören’i anarken sektör temsilcilerinin katılımıyla sinemanın farklı ve önemli başlıklarına da yer verdi.
62. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali; film gösterimlerinin, söyleşilerin ve pek çok etkinliğin yanı sıra gerçekleştirdiği panellerle sinema sektörünün gelişimine de alan açıyor.
Festivalde dün, restore edilmiş yeni kopyasıyla gösterilen “Amerikalı” filminin de yönetmeni Şerif Gören, “Usta: Şerif Gören” başlıklı panelle anıldı. Çocuklar hakkında, çocukların yönlendirmesiyle film çeken Alman yönetmen Susanne Kim, tecrübelerini paylaştı ve sinema sektörünün sendikal temsilcileri, sektördeki emek ve taciz sorunlarını kamuouyuyla paylaştı.
“Türk sinemasını krizden ‘Amerikalı’ kurtardı”
“Amerikalı” filminin restore edilmiş kopyasının gösteriminin öncesinde gerçekleşen panele; akademisyenler Şükran Kuyucak Esen ve Ali Karadoğan, filmin yapımcısı Mine Vargı ve filmde Şener Şen’le başrolü paylaşan usta oyuncu Lale Mansur katıldı.
İlk olarak söz alan Şükran Kuyucak Esen, Şerif Gören sinemasını şu sözlerle özetledi: “Toplumsal gerçekçiydi. Kendisi, ‘bir insan, hayattır; insanları anlatıyorum’ diyordu. O yüzden de slogana kaçmadan sorunları anlatan, akıcı anlatımıyla kitlelere ulaşabilen bir yönetmendi. 70’li yıllarda televizyonun çıkışıyla krize giren, 1987’de Amerikan şirketlerine verilen izinle ölüme mahkum edilen Türk sinemasına seyirciyi, birazdan izleyeceğiniz ‘Amerikalı’ filmiyle tekrar salona çekti.
“Gören, Amerikalı’yı ilk teklif ettiğinde ‘yapamam’ dedim”
Esen’in bıraktığı yerden, yapımcı gözüyle bir değerlendirmede bulunan Mine Vargı ise Amerikalı’nın yapımcılığını nasıl üstlendiklerinin hikâyesini paylaştı: “Eşim Ömer Vargı, ‘Endişe’ ve ‘Yol’ filmlerinde Şerif Gören’in asistanı, güvendiği bir ekip arkadaşıydı. Bize gelip ‘Ömer, bir projem var. Artık bu Türk sinemasına yeni bir şeyler yapmak istiyorum’, dediğinde yoğun reklam filmi çektiğimiz bir dönemdi. ‘Yapamam’ dediğimi hatırlıyorum; çünkü o zaman artık Türk sinemasına hiç kimse gitmiyordu. Ama sonra kendimle yüzleştim, korkumu gördüm: Reklam filmi yapıyorum, sinemayla ilgim yok, sinema yapımıyla ilgim yok! Ama Şerif Gören bir usta; ona sorarım, o öğretir, yaparız bu işi, dedim. Sonra müthiş bir güven geldi bana. Hayatımda dönüm noktasıdır! Çok güzel bir sıfat kazandım; Türkiye’nin ilk kadın yapımcısı! Gişe rekorları kırıldı, seyirci tekrar sinemaya döndü”
Vargı, bu kararından sonra hayaller kurduğunu ve kimse inanmasa da bu hayallerin gerçekleştiğini söyledi: “Emek’in (Emek Sineması) sokağında kırmızı halılar serildiğini düşünüyordum; Hollywood gibi. ‘Ne Emek’i, ne kırmızı halısı; orada artık Türk filmi gösterilmiyor, dediler. Bütün hayallerim yıkıldı. Fakat o kırmızı halılar döşendi ve filmin galası, Emek’te oldu. ‘Warner Bros. geldi’, dediler; kim olduklarını dahi bilmiyordum! Ve bildiğim kadarıyla, Warner Bros.’un, dağıtımını yaptığı ilk Türk filmi, Amerikalı’dır”
“Amerikalı”da Şerif Gören’le ikinci kez çalıştıklarını dile getiren Lale Mansur da kendi “Amerikalı” tecrübelerini paylaştı: “İlk filmim ‘Düş Gezginleri’ydi ve bir sene önce Antalya’da En İyi Kadın Oyuncu ödülü almıştım. ‘Amerikalı’; Amerikan kültürünün, bizim gibi ülkelerde, insanları nasıl hegemonya altına aldığını anlatan bir filmdi. Düşünecek bir şey yoktu; hemen kabul ettim. Şener bana çok yardımcı oldu. Mine sette çok kolay sağladı.”
Çocuklar için çocukların yaptığı filmler
Günün diğer paneli; “Kids and Docs- Çocuk Bakış Açısıyla Belgesel Yapmak” ise herkes için ufuk açıcı oldu. Belgesel Sinema Eseri Sahipleri Meslek Birliği (BSB) Yönetim Kurulu Başkanı Bahriye Kabadayı Bal’ın yönettiği panelin konuğu, Alman belgesel yönetmeni Susanne Kim’di.
Çocuklarla ve tamamen çocukların yönlendirmesiyle çektiği “Benim Harikalar Odalarım” (Meine Wunderkammern) filmiyle tanınan Kim; şimdiye dek alışık olunanın aksine, pedogog ya da uzman desteği olmaksızın, çocuklarla organik bağ kurarak film yapma konusunda tecrübelerini paylaştı.
Adını; 16-18 asırda soyluların ve bilginlerin, doğa, sanat ve bilim alanlarındaki ilginç nesneleri sergiledikleri özel koleksiyon odalarından alan film için yaptığı çalışmaları şöyle anlattı yönetmen: “Türkiye’de böyle bir sistem var mı; bilmiyorum ama Almanya’da insanlar kullanmadıkları eski eşyaları kapılarının önüne bırakır ve ihtiyaç sahipleri de oradan alır. Çocuklar da bunlar arasından, bir şeyler yapabilir miyiz, dedikleri eşyaları seçti. Bu eşyalardan yani bir şeyler oluşturdular. Kameralarımızla çocukların nasıl etkileşim kurduklarını gözlemleme fırsatımız oldu. Öğrenme zorluğu çeken ve dil problemleri çeken bir kız çocuğu ile ilgili de filmimiz var. Filmi sadece röportajlarla da yapabilirdik ama onun yerine onun kendi dünyasını göstermeyi tercih ettik.
“İklim değişikliği için şarkılar yapan çocukların şarkılarını kaydettik”
Kim, çocuklarla çalışma esnasındaki süreci ise şu şekilde ifade etti: “Psikolog ya da danışmanla çalışmadık. Açıkçası çekim sırasında ne olabileceğini çok tahmin edemiyordum. Bir arkadaşımın annesinden yardım aldım; beraber yemekler yaptık, seçmeleri yaptık, atölyeler düzenledik. Çocuklara tamamen açık olursanız gerçekten onlara bağ kurabilirsiniz. Film bittiğinde ‘bir daha gelmeyecek miyiz, bitti mi’, diyorlardı. Genel olarak çocukları kalıplara sokmayı sevmiyoruz. Onlar gerçekten ne konuşmak istiyorlarsa filmde o olmalı. Bir filmimizde çocukların, hiç arkadaşı olmadığını görmesi -ki bu bir çocuk için görmesi çok zor bir şey- söz konusuydu. Biz bunu nasıl yapabiliriz de çocuklar bunu hissedebilir; fikir buradan ortaya çıktı. İran’dan ailesiyle gelen ve yolculuğumuza katılan bir kız çocuğu var, bu filme katılmak istedi çünkü bir ülkeden kaçmanın ne olduğunu çok iyi biliyor. Bu filmde olmak istedi çünkü ülkesindeki çocukların nasıl olduğunu göstermek istedi. Görsel analımda da onun kaçarken neler hissettiğini göstermeye çalıştık. Film öncesi çalışmalarımız teknik değil daha çok içerik üzerineydi. Yönetmen, görüntü yönetmeni gibi yetişkinler var ama sizin ilginizi ne çeker, sizin için ne önemli, kendi dünyanıza neler alırsınız gibi sorular sorduk çocuklara. Ayrıca artistlerle yaptığımız ses atölyelerimiz var; örneğin hangi ses size korku hissettirir, hangi ses sizin için sevginin sesi? Müzik üzerine de atölyeler yaptık; 8-9 yaşlarındaki çocuklar, iklim değişikliği ile ilgili şarkılar yapıyordu. Bunları stüdyoya girip kaydettik. Filmdeki tüm müzikler çocuklar tarafından yapıldı.
“Çocuklar, AVM’de, lunaparkta değil ormanda çekim yapmak istedi”
Filmde yer alacak çocukları bulmanın kolay olmadığını söyleyen yönetmen, çocuklara çekim mekânı sorduklarında aldıkları cevaba şaşırdıklarını da paylaştı: “Okullara, kulüplere gittim; her yere gittim. Kolay değil çünkü bazen ‘tamam’ diyorlar, sonra ortadan kayboluyorlar. Sonra dünyaya yayıldım ve farklı şehirlerde bu harika ana karakterimiz olan dört çocuğu buldum. Ayrıca çocuk bakım evi ile de çalıştık; sorunlu çocuklarla, evde ailesi ile problemleri olan çocuklarla. Onlardan da da çok fazla fikir ve detay edinmiş olduk. Set kurmak da odukça zordu; hiçbir yerin ortasında iki tane ev! Çocuklara, nerede çekmek istediklerini sordum. Alışveriş merkezi, lunapark gibi yanıtlar bekliyordum. Doğaya gitmeyi istediklerini söylediler! Sakin ve barışçıl olan bir yere.
Yapılan iş, orijinal olunca tanımı da kolay olmuyor. Filmlerinin belgesel mi kurmaca mı sınıfına girdiğinin sorulması üzerine, “Ben belgesel olarak görüyorum ama tanımlamalarla çok ilgilenmiyorum” diyen yönetmen, sözlerini şöyle sürdürdü: “Kurmaca mı, değil mi; önemli olan çocuklar ile ilgili bir film olması. Çocuklar için neyin önemli olduğunu konuşabiliyoruz; duygular ve terimler gerçek mi, değil mi? Otantik olan ne? Çok umursamadık. Bu da ayrıca büyük bir tartışma konusu. Bu bir belgesel mi? Önemli olan; çocuklarla bağ kurabildik mi? Bence evet. Ama sorunuzu ve endişenizi anlıyorum”
Sinema işçileri haklarını almaktan hâlâ çok uzak
AKM Etkinlik Çadırı’ndaki “Sinemada Emek , Mücadele ve Dayanışmanın İzinde” başlıklı panele; Sinema Emekçileri Sendikası (SİNE-SEN) Genel Başkanı Galip Görür, SİNE-SEN avukatı Derya Yaman, SİNE-SEN Yönetim Kurulu üyeleri Yeliz Vurgun ve Zeynep Çelik, Oyuncular Sendikası temsilcisi Cem Yiğit Üzümoğlu, akademisyen Suna Can Özbulduk ve Halkevleri Yönetim Kurulu üyesi Rüya Kurtuluş katıldı.
Türkiye’de sinema sektöründeki emek mücadelesinin tarihine değinen akademisyen Suna Can Özbulduk, şu bilgileri paylaştı: “İlk olarak 1948’de bir yasal düzenlemeyle vergi indirimi sağlanıyor. Vergiler, başlangıcından bugüne, sinemanın en temel problemlerinden. Bu yüzden 1948’e kadar sinema endüstrisinde işçi bakımından bir emek ve örgütlenmeyi göremiyoruz. Ancak bundan sonra sinemanın Türkiye’de bir endüstri haline geldiğini söyleyebiliyoruz; çünkü üretim miktarı artıyor. 1952’de ilk örgütlenme, çalışma saatlerinin uzunluğu yüzünden makinistler aracılığıyla oluyor.
60’lara, Yeşilçam dönemine, geldiğimizde sinema artık kuvvetli bir endüstriye sahip. Sendikalar Kanunu, Grev ve Lokavt Kanunu çıkıyor. Bu, Türkiye için sendikacılığın altın çağının başlangıcı; çok fazla dernek, yapılanma kuruluyor. Daha sonra sansüre karşı büyüyen yürüyüşlerin etkisiyle 1978’de “Sinema Emekçileri Sendikası” kuruluyor ama 1980’deki darbeyle tüm sendikalalar gibi o da ömrünü sürdüremiyor. Art arda yaşanan izin- yasak sürecinin sonunda Oyuncular Sendikası; 2011’de, Sinema TV Sendikası; 2008’de kuruluyor.
Oyuncular Sendikası temsilcisi Cem Yiğit Üzümoğlu ile mevcut çalışma koşullarındaki sorunlardan bahsetti. Sendikal yapıdan dolayı, oyuncular olarak, grev ya da toplu iş sözleşmesi yapma haklarının olmadığına dikakt çeken oyuncu, sözlerini şöyle sürdürdü: “Örneğin hâlâ ortalama 15 saat çalışıyoruz. Türkiye’nin hiçbir yerinde hiçbir işçi, bir oyuncunun çalıştığından daha fazla çalıştırılamaz. 2000’lerin başlarında diziler 50 -60 dakika iken 2010’lara doğru 90 dakikalara çıktı. Bu, bir işçinin çalışma saatini iki katına çıkartıyor. Şu anda Türkiye’de dizi sektöründe, ulusal kanalda 130 dakikalık diziler çekiyoruz. Bu, aşağı yukarı 6 günde 2 saatlik bir film yapmak demek”
Bu noktada söz alan SİNE-SEN avukatı Derya Yaman, bu soruna bir çözüm bulunamamasının sebebini, işin içinde çok fazla mekanizmanın olmasına bağladı: “Kanallar var, Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) var, yapımcılar var. En önemlisi de TRT; çünkü TRT, bir devlet kanalı ama iş yasasının, iş kanununun, hakların en ihlal edildiği projelere de ev sahipliği yapan bir kanal. Arabuluculuk süreçlerinin içerisine katarak hep TRT’yi muhatap aldım. TRT ise tüm toplantılara katılmış olmasına rağmen ‘Bizim bir sorumluluğumuz yok’ diyerek işin içinden çıktı.
“Kadınlar intikam değil adalet istiyor”
Panelin ikinci bölümünde, yine büyük ama çoğu kez hasıraltı edilen bir sorun, mobbing ve taciz ele alındı. SİNE- SEN Yönetim Kurulu üyesi Yeliz Vurgun, sendika olarak bu konuda sektöre yönelik yaptıkları anketin sonuçlarını paylaştı. Buna göre; katılımcıların yüzde 86’sı; setlerde, kendilerine ya da kadın çalışanlara yönelik baskıcı, küçümseyici veya dışlayıcı davranışlarla karşılaşıyor. Kadın olduğu için ayrımcı muameleyle karşılaştığını söyleyenlerin oranı ise yüzde 62. Katılımcıların yüzde 81’i ise setlerde veya ofis ortamında taciz, şiddet, mobbing ve sınır ihlali ile karşılaştığını söyledi. Bu cevap altında verilen örneklerde; yönetmenler ve şefler tarafından zorbalığa uğrama, fiziksel şiddete maruz kalma, sarhoş oyuncular tarafından sözlü ve fiziksel tacize uğrama, uyarılara rağmen sürdürülen el temasları, erkek çalışanların kadın tuvaletini kullanması gibi durumlar yer alıyor. Bütün bunlara rağmen katılımcıların yüzde 67’si, bu tür durumlarda başvurabileceği güvenilir bir mekanizma olmadığını belirtiyor.
“Mobbing, bütün dünyada ‘toplu saldırı eylemi’ olarak tanımlanıyor” diyen Zeynep Çelik, halen mobbinge yönelik yasal bir düzenleme olmadığına dikkat çekti. Buna karşı, mobbing’i, ‘istisnaî hal’ olarak tarif eden Yargıtay’ın verdiği kararlar doğrultusunda ses veya video kaydının delil olarak kullanılabileceğini belirten Çelik, “Mobbing’e maruz kalan kişi, önce karşısındakini uyaracak; yaptığını yüzüne vurmak zorundayız. Ardından günlük tutacak; ne zaman, hangi olayla başladı, bunu yazacak” diye konuştu. Bu tür vakalarda mağdurun yaşadığı psikolojik çöküntünün, psikolog tarafından rapor edilmesi halinde mahkemede delil olarak değerlendirildiğini dile getiren Çelik; her türlü yazışma, e-mail, telefon görüşmesi ve iş görevlendirme kağıtlarının da delil sayılacağını ekledi.
“Flörtle cinsel saldırı, babacan davranışla istenmeyen davranış arasındaki farkı ayırabiliyor olmalıyız artık” diyen Halkevleri Yönetim Kurulu üyesi Rüya Kurtuluş, kadınların ifşa mekanizmasına neden ihtiyaç duyduğunu şu şekilde açıkladı: “Cinsel şiddeti, adli ceza sistemi içinde dile getirip mahkemelerde kendinizi rahatça ifade edebileceğiniz ortamlar bulmak kolay değil; kaldı ki cezalandırma, çok daha düşük oranlarda. Kadınlar bu yollara başvuruyor ama yine de sesleri duyulmuyor. İş yerinde dile getirmek de zor; işten atılmaya kadar varıyor. O yüzden kadınlar, bir mücadele yöntemi olarak, ifşa ediyor artık. İfşa, etkili bir mücadele yöntemi çünkü toplumdan tepki alıyorsun. Başka bir yerden bir yaptırım göremezken ifşayla duyulur hale geliyorsun. Bu açıdan çok önemli. 2018’de özellikle dizi sektöründeki kadınlar ‘SusmaBitsin’ platformunu kurdu. 2019’da edebiyatçıların ifşaları patladı; çok değer verdiğimiz yazarların, genç kadın edebiyatçıların hayatını nasıl kararttığını okuduk. Geçtiğimiz eylül ayında da fotoğraf alanında başlayan ama yine sinema, tiyatro, heykel gibi birçok alana yayılan ifşalar çıktı. Kadınlar bu yolla intikam değil adalet istiyor”
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
İlgili Terimler :
YORUMLAR















